Kelimelerin izini süren bir yolcuyla buluştuk bugün… Satırların arasına gizlenen duyguları, hayatın kıyısında biriken sessizlikleri kelimelere dönüştüren bir yazarla birlikteyiz: Hakan Aytaç. Onun kalemi, sadece hikâye anlatmaz; ruhun derinlerine dokunur, geçmişle bugünü ustalıkla harmanlar. Sözcükleriyle iç dünyalara yolculuk başlatan bu özel buluşmada, hem edebiyata hem insana dair samimi bir sohbet sizleri bekliyor. Çünkü bazen bir cümle, bir ömre yön verebilir…
- Sevgili Hakan Aytaç hoş geldiniz. Kaleminiz keskin, okurunuz çok olsun. Öncelikle sizi tanıyalım mı? Hakan Aytaç kimdir, nerelerden bu günlere gelmiştir.
Güzel temennileriniz için teşekkür ederim. Ben 1989 yılında İstanbul’da doğdum. Aslen Trabzonluyum. Evli ve üç çocuk babasıyım, özellikle son bir senedir bütün hayatımız üçüncü çocuğumuzun aramıza katılmasıyla tamamen onlar olmuş durumda. Ama bu zamana kadar tabii iş hayatı ve onun yanına sürekli yazma uğraşı ile haşır neşir olduğum bir yaşam sürdüm diyebilirim. Üniversitede bankacılık okudum, finansla ilgilendim ama henüz okurken yapmayacağıma karar vermiştim. Çocukken izlediğim futbol maçlarını kağıtlara yazar, kendim maçlar uydurur, anlatırdım. Futbolu çok sevdiğimi sanırdım ama meğer ben yazmayı seviyormuşum. Okulda da dersin ortasında aklıma gelen bir hikayeyi çiziktirmeye çalışır, hocaya tamamen kulakları tıkardım. Çok şey kaybetmedim ama itiraf edeyim. Şimdi restoran işletmeciliği yapıyorum ve vakit buldukça -ki dediğim gibi bir senedir çok zor- yazmakla uğraşıyorum.
- Bize biraz kitaplarınızı anlatır mısınız? Konuları nedir?
İlk romanım “Tılsım: İstanbul” daha çok keşmekeşini yaşadığımız İstanbul’a dair. İstanbul’a mimari açıdan, kültürel açıdan, sosyal açıdan elbirliği ile yaptığımız ihaneti anlatmak istedim. Bu anlatıyı şehrin koruyuculuğunu yaptığına inanılan, yedi tepeye konulan yedi tılsımın içine sakladım. Efsanelere göre bu tılsımlar tahrip edildiği zaman şehri bir felaket beklermiş. Bugün en büyük meselesi nedir İstanbul’un? Deprem… O zaman tılsımlar rahatsız edildiğinde deprem tehdidi hasıl olmalıydı.
İkinci romanım “Balayı”yine toplumsal bir gerçek olan adaletsizlik, cezasızlık, nüfuzu sayesinde sağlanan kayırmacılık konularına değinen bir macera gerilim hikayesi. Yeni evlenen çiftimiz Balayı için Alaçatı’ya giderler. Orada başlarına gelen bir kaza sonucu bölge halkının huzurunu kaçırır, kendi hayatlarını da cehenneme çevirirler. Yeni evli çiftin birbirlerine olan güvensizlikleri, her gün izlediğimiz bir kazanın kendi başımıza gelince bizim ne yapacağımızı sorgulayan bir roman.
Tılsım:İstanbul ile tanıdık sizi. Şimdi ise çiçeği burnunda Balayı romanınız okuyucuyla buluştu. Hatta bugün “Balayı” için Marmara Forum D&R’da imza gününüz vardı. Okurla buluştuğunuz o anlarda sizi en çok ne heyecanlandırdı? Nasıl geçti imza etkinliğiniz, sıcağı sıcağına duygularınızı alalım mı?
Yazan kişi için, yıllarca uğraştığı metnin basılmaya değer görülmesi, kitap haline geldiğini görmesi bile çok kıymetli. Ama insanların buna teveccüh göstermesi, vakit ayırıp kalkıp imza gününe gelmeleriyse müthiş gururlandırıcı. Katılan, katılmak isteyip de fırsat bulamayan herkese minnettarım. Tabii D&R ülkenin en büyük kitap dağıtım markalarından biri. Buranın çatısı altında olmak, imza günü düzenlenmesi yeni bir yazar için oldukça prestijli. Gün boyunca bunun bilincinde olarak heyecanla geçti. Ancak mağazanın girişinde afişlerimi gördüğüm anda tarif edilemez hisler yaşadım. Umarım çabam bana daha güzel kapılar açar.
- Ben yazar olmalıyım dediğiniz anı hatırlıyor musunuz? Sizi yazmaya teşvik eden neydi? Ya da size öncü olan, yazmalısın diyen ilk kimdi? Yazma aşkı nasıl düştü içinize? Hakan Aytaç için yazmak nedir?
Evet, çok net hatırlıyorum. Cumhuriyet Gazetesi’nde yıllar önce Cumartesi günleri Gençlik sayfası olurdu. Her hafta da gençlerin gönderdiği yazılardan biri köşe yazısı olarak seçilirdi. Toplumsal konularla ilgilenen biri olarak benim de görüşüm ve sözüm vardı elbette. Ben de yazıp göndereyim dedim, o hafta sonu gazeteyi elime aldım ve inanamadım. Benim gönderdiğim yazı yayımlanmıştı. O yazıyı heyecandan ellerim titreyerek ve kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarparak okuduğumu hatırlıyorum. Ve hayatım boyunca başka hiçbir şeyden aynı heyecanı yaşamadığımı… Sonra ikinci yazı, üçüncü yazı, başka gazete ve dergilerde yazılar yayımlatmak derken, en çok mutlu olduğum şeyin yazarak anlatmak olduğunu anladım. O an ben yazar olmalıyım dedim. Olabildim mi, olmak için ne kadar çalışmam gerekir şu anda pek kestiremiyorum ama yazmak benim için hayatın anlamı dedikleri şey tam olarak.
- Bir romanın ortaya çıkma süreci sizde nasıl işliyor? Yazarken disiplinli misiniz yoksa ilham mı sizi yönlendirir?
Uzun zaman toplumsal yazılar yazdıktan sonra bu şekilde hiçbir şeyi değiştiremediğinizi, evet en azından sözünüzü söylediğinizi ama bir yere varamadığınıza karar verdikten sonra artık tamamen kurgu ile ilgileniyorum. Konularım da genel olarak eski alışkanlıktan olsa gerek toplumsal ve sosyal meselelerin çeperinde geçiyor. Disiplin oluşturmak için kendime vakit yaratmam gerek ama şu anda zor, malum. Ama romanım, hikayenin konusu aklıma düştüğünde mutlaka not alır, bir iki bölüm karalar, sonra mutlaka geri dönülmek üzere dosyalarım. O dosyalara tekrar elimi atabilirsem ne ala. Zamanla hepsi bir elden geçecek, bu da kendime verdiğim söz olsun.
- Karakterlerinizi yaratırken ilhamını nereden alırsın? Yaşanmışlıklar mı, hayal gücü mü ön planda olur?
Kesinlikle öncelikle yaşanmışlıklardan. Elbette hayatta karşılaştığımız veya hayatımıza bir şekilde dokunmuş insanlar da olabilir bunlar, gazetede veya televizyonda gördüğümüz biri de olabilir, direkt kendimiz de olabiliriz. Bu zamana kadar okuduğum ve kendi yazdıklarıma bakınca şu karara vardım: Her metin biraz otobiyografiktir. Direkt kendisini anlatmasa da yazdığı karaktere mutlaka kendinden bir şey katar yazar, yahut bir yaşanmışlığını aktarır metne. Ama az ama çok, bence mutlaka olur bu. Çünkü bir yazar bilmediği şeyi yazamayacağına göre, çoğunlukla kendinden yola çıkarak anlatır bence. Onu hayal gücü ile birleştirip bambaşka bir noktaya da getirebilir tabii. Fakat buna inandığım için okuduğum metindeki hangi kısımların yazarın kendi başından geçenler olduğunu, hangilerin olmadığını tahmin etmeye çalışırım zaman zaman.
- Belli bir ritüeliniz ya da rutininiz var mı? Örneğin Hemingway her sabah 500 kelime yazarmış, Balzac’ın günlük 50 bardak kahve içermiş. Sizin de böyle bir rutininiz var mı?
Evet, disiplin oluşturmak için ritüeller önemli. Haldun Taner de istisnasız her gün daktilosunu balkona atar, sayfalarca yazarmış. Aklına bir şey gelmese de gördüğünü yazarmış. “Kadıköy vapuru beş dakika geç geldi, kuşlar havalandı” vs. Soranlara da “Hepsini kullanmak zorunda değilsin,” dermiş. Önemli olan o masanın başına geçip yazmak. Böyle bir rutin oluşturmayı çok istiyorum ama henüz yapamadım. Belki de ihtiyaç duymuyorum bilemiyorum. Boş bulduğum anda aklımda da bir şey varsa ayakta, hatta bir yere yetişmeye çalışırken bile yazar çizerim kağıtlara. Beni o halde iki büklüm görenler güler halime muhakkak. Yekta Kopan da mesela bir rutini olduğundan bahsetmiyor. Metroda geçirdiğim 45 dakika çok ciddi bir vakit, o vakti çalışarak geçiriyorum diyor örneğin. Ama disiplin oturtanlara da hayranım, tıpkı bıkmadan usanmadan her hafta spora gidenler gibi.
- Yazarken sizi en çok besleyen duygu nedir? Hüzün mü, umut mu, yalnızlık mı?
Yalnızlık diyebilirim. Çünkü yazmayı bir nevi içini dökmek, kağıtla dertleşmek olarak görüyorum. Bu da yalnız kaldığımda, daha doğrusu kağıt kalemle başbaşa olduğumda daha rahat yapabildiğim bir şey gibi geliyor bana.
- Sizce iyi bir romanda olmazsa olmaz üç şey nedir?
Bence bir anlatının, roman olsun, bir film veya bir tiyatro oyunu kesinlikle bir derdi olmalı. Hani mesaj verme kaygısı elbette çok kör gözün parmağına yapılmamalı, iş o zaman kurgu olmaktan çıkar ama anlatılan şeyin gerçekten bir derdi, anlatmak istediği, dikkat çekmek istediği bir nokta, itiraz ettiği ve çözmek istediği bir sorun olmalı. Yoksa gelip geçici, anlık zevk verme amaçlı bir anlatı benim için zaman kaybıdır.
- Rol model aldığınız bir yazar var mı ve yazar adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Birçok yazardan etkilenir yazan kişi, örnek alıp benzemek istediği bir rol modeli de olabilir elbette. Yahut şu kitabı ben yazmalıydım, tam olarak benim anlatmak istediklerimi anlatmış dedikleri de… Zülfü Livaneli çok özendiğim bir yazardır. Sözüyle de sazıyla da kalemiyle de… Çünkü bir derdi olan, ülkemiz ve dünyevi gerçeklere de yer veren bir sanatçımız. Tavsiye elbette çok okumak, bununla beraber yazar okumak ve her fırsatta yazmak için fırsat yaratmak diyebilirim. Pratik yaptıkça hızlanır ve gelişir insan, her ne konuda olursa olsun. Aksi mümkün değil.
- Bir roman kahramanı olsaydınız kendi kitaplarınızdaki bir kahraman olmayı mı isterdiniz yoksa okuduğunuz bir kitapta rastladığınız bir kahraman içinden işte ben dediğiniz biri var mı?
Çok roman karakterinde, “Ya tam beni anlatmış” ya da “Tam olarak söylemek istediklerimi yazmış” dediğim çok oldu. Her kitap biraz otobiyografiktir demiştim ya biraz önce, kendi yazdıklarımda zaten biraz varım o yüzden. Her karakterde küçük de olsa bir parça belki. Ama okuduğum romanlarda kendime dair bir şeyler görmek çok daha heyecan verici benim için.
- Sosyal medya çağında yazarlığın dönüşümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Artık her şey hızlı. Değil yazmaya okumaya bile vakti yok insanların. Hızlı, kısa, özet. Bu yazarlığın ve üzerine senelerce uğraşılacak hatırı sayılır bir sayfa adedine ait romancılığın özverisine ters. Zaten yanlış çağda derim hep kendi kendime. Her şeyin bu kadar hazırlop hale geldiği bir çağda insanları oturtup sizin yazdıklarınıza vakit ayırmasını beklemek çok büyük iyimserlik. Ama buna rastlamak da bir o kadar paha biçilemez.
- Kendi kitaplarınızdan bir cümle seçip hayat felsefeniz olarak görseniz, hangisi olurdu?
Hayat felsefem olmasa da son zamanlarda iyice ikna olduğum gerçeği şöyle yazmıştım:
“İnsan için, bir zamanlar kıymetli olan şeyi artık ebediyen yitirme korkusu… Her türlü konuda en büyük motivasyon kaynağı bu olmalıydı.”
Bir tane de son dönemde hep “kendini gerçekleştirmek” kavramını yoğurup duranlara karşı alıntılayayım yine kendimden:
“Yaşam tarzı belirli bir zaman sürüp iyice oturduktan sonra, insanın genetiğine işliyor olmalı. Nereye giderse gitsin onu da beraberinde götürüyor. Karakterini, kişiliğini, ruh halini, benliğini, seni sen yapan her şeyi. Nereye kaçtığının bir önemi yok, istersen dünyanın öbür ucuna git. Kendinden kaçamadıktan sonra yine zihninle, zihninde olan kendinle baş başasın…”
- Yeni projeler var mı varsa okurlarınız için küçük bir spoiler vermek ister misiniz?
Evet var, başladığım bir roman var. Günümüzün alabildiğine hızlanan yaşamıyla uğraşmak, ona itirazlarımı dile getirmek istiyorum bu sefer. Hayatındaki her şeye acele eden ama hiçbir şeye yetişemeyen bir adamın hikayesini anlatmaya başladım. Güzel fikirlerim var kendimce ama daha yolun başındayım, bakalım neler olur?
- Son olarak: Okura bırakmak istediğiniz tek bir mesaj olsa, bu ne olurdu?
Hikayelerin gücüne inansınlar. Hikayeler gerçek yaşamdan çok daha sahicidir. Gerçek hayatta her şey yalan ve herkes yalancı. Ama hikayeler size kendilerini tamamen apaçık ederler. Ve bize bu yolla birçok erdem kazandırırlar. O yüzden bir an önce ellerindeki telefonları bırakıp kitaba sarılsınlar yine.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz Hakan Aytaç. İlhamınız bol kaleminiz daim olsun….
GÜLHAN GENÇ